4 Ekim 2010 Pazartesi



             
Cehennemde 24 gün, yarı otobiyografik özellikte bir romandır...


Roman, psikolojik içeriğiyle, hayatta yaşanılan birtakım olumsuz olayların sonunda vermiş olduğu suçluluk duygusu, ezilmişlik ve aşağılanmışlıkla birlikte, olaylara ön yargıyla yaklaşan bir toplum içerisinde uygulanmış küçük düşürülme ve "yargısız infaz" durumlarını ele almaktadır. Romanın yazımı, hâlâ devam etmektedir. Burada sizlere sunduğum bölümü, girişten başlayarak, ana konuya temas edeceği yere kadar olan küçük bir kısmıdır...




                                                                                                                      Mesut Alptekin
                                                                                                                      (Roman yazarı adayı)




***



Diri diri mezara gömülmek. Hayatı tam olarak başlangıcın da noktalamak. Bütün yaşanacakları, sanki hiç okunmamış bir kitabı ateşe atıp yakmak gibi, bir kalem de silip atmak. Hemde bunu öz irade ile yapmak. İşte o; bütün bunları gerçekleştirme girişiminin, başarısızlıkla sonuçlanması nedeni ile buradaydı. Onun için intihar, artık sadece bir teşebbüs olarak kalmıştı.

Bütün bedenini kaplayan şiddetli bir ağrı ile, zar zor gözlerini aralayabildi. Karşisında duran büyük demir kapının, parmaklıklı küçük penceresinden sızan ışığın yardımı ile çevresini kısa bir süre göz gezdirerek, nerede olduğunu anlamaya çalisti. Yattığı yataktan kalmak istedi ancak, onu, bulunduğu yatağın demir başlığına bağlanmış olan zincirler engelledi. Aynı zaman da, kollarının da göğsünün üzerinde birbirine sıkıca bağlanmış olduğunu fark etti. Kapının dışından gelen konuşma seslerini duyabiliyor ancak söylenenleri anlayamıyordu. İçinde bulunduğu durumun verdiği, korku ile karışık derin bir öfke ile birden bütün gücünü toplayıp boğuk bir sesle çiglik atabilmeyi başardı. Bu çigligin üzerine, koşar adımlarla yaklaşan ayak sesleri duyulmaya başladı. Biraz sonra demir kapı büyük bir gürültü ile açıldı. İçeri giren sağlık memuru, hastanın kendine gelmiş olduğunu görünce, diğer hastaları rahatsız etmek pahasına yüksek bir ses tonu ile geldiği koridora doğru bağırdı:


“Doktor hanım, hastanız kendisine gelmiş.”

Bu sözler üzerine bir hastane de olduğunu varsaymıştı ancak içinde bulunduğu durum onu yine de kuşkulanmaktan alıkoyamamıştı. Bu esnada kapı da, kızıl saçları beyaz önlügünün üzerine dökülmüş, gözlüklü, kısa boylu, orta yaşlarda genç bir bayan belirdi. Doktor olduğu her halinden belli oluyordu ancak, genç adam, kendisinin böyle ağırlanmasından ötürü buranın halâ bir hastane olduğundan endişeliydi. İçeri giren doktor, elinde incelediği evraklardan başinı kaldırdıktan sonra masum ve sevimli bir ifade ile genç adamın yüzüne baktı ve hemen yanı başinda duran sağlık memuruna dönerek:

“Hımm… Sanırım şimdilik böyle kalması daha iyi. Yarım saat sonra bir antibiyotik iğne daha yapın. Bu gece rahat bir uyku çeksin, yarın kendine gelip biraz toparlandığı zaman görüşmeye alacağım” dedi.


 Genç adam, hırıldayan bir ses tonu ile “Neredeyim ben?” diye sordu. Bunun üzerine kapıdan çikmakta olan doktor masumane bir gülüş ile “Güvenli bir yerde” cevabını vererek dışarı çikti. Sağlık memuru büyük demir kapıyı yine benzeri bir gürültü ile genç adamın üzerine kapattı…



                                                                            * * *


Sabah aynı demir kapının şiddetli bir gürültü ile açılmasıyla birlikte, ikinci kez gözlerini aralayan genç adam, dün gece gelen doktor hanım ve beraberinde getirdiği sağlık memuru ve iki güvenlik görevlisinin içeri girdiğini gördü. Doktor hanım, hastasına yaklaşarak “Günaydın” dedi. Ancak genç adam, doktor hanımın bu sevecen yaklaşimını karşilıksız bıraktı. Yanında gelen iki güvenlik görevlisinden biri, genç hastanın, yatağın başlığına bağlı olan zincirlerinin kilidini açtı. Daha sonra da bağlı olan kollarını çözdü. Zararsız olduğu her halinden belli olan genç adamı, sağlık memurunun yardımı ile ayağa kaldırdılar ve bu yorgun düşmüş bedeni ağır adımlarla koridorun sonunda ki küçük bir odaya götürdüler. İçeri girer girmez bu odanın küçük bir muayenehane olduğunu anlayan genç adam, kendisinin oturtulmak istediği deri minderliği koltuğa birden yığılırmışçasına çöküverdi. Sağlık memuru ve bir güvenlik görevlisi dışarı çiktiktan sonra içeride yalnızca doktor hanım, genç hasta ve olası bir tehlikeye karşi bekleyen diğer güvenlik görevlisi kalmıştı. Doktor hanım uzunca bir süre masasının üzerinde açık duran evrakları inceledikten sonra genç adama dönerek:

- Evet… Cengiz Karaçınar. 26 yaşindasın. Bir zımpara atölyesinde pres ustası olarak çalışıyorsun. Kendinize ait bir daireniz var ve burada babanla birlikte yaşıyorsunuz”

- Kim olduğumu biliyorum. Asıl nerede olduğumu ve sizin kim olduğunuzu ögrenebilir miyim?

- Ah! Özür dilerim. Ben Nurhayat Özdemir. Psikiyatr asistanıyım. Burada bulunduğun süre içerisinde senin doktorun ben olacağım.

- Yani, burası…


- Burası bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesi. Dün gece seni buraya komşularınızın yardımı ile baban getirdi. Geldiğinde şuurun kapalıydı, yani hatırlamaman doğaldır. Zararlı olabileceğin düşüncesi ile seni özel hücremizde misafir ettik dün gece. Bu sebeple yatağa bağlıydın. Korkulacak bir durum yok yani.
Genç adam; doktorun anlattıklarını dinlerken, başinı öne eğmiş ve sanki çok derin düşüncelere dalmış gibi gözlerini sadece belirli bir noktaya dikmiş ve hareketsiz duruyordu. Onun her hareketini izleyen güvenlik görevlisi, bu durumunun rahatsızlığından mı kaynaklandığını, yoksa doktor hanımın söylediklerini umursamazlıktan mı geldiğini düşünmekten kendini alamadı.

- Buraya getiriliş sebebini hatırlıyor musun?

Genç adam, doktorun bu sorusu üzerine gözlerini birkaç saniyeliğine kapattı ve bir önceki gün yaşadıklarını hatırlamaya çalisti. Soruyu cevaplamak üzere gözlerini açtığında karşisında dikilen güvenlik görevlisi ile göz göze gelen genç adam kendisine yöneltilen soruyu yanıtlandırmakta tereddüt etti. Hastasının gözlerinin takıldığı yerin, onun rahat olmasına engel teşkil ettiğini sezinleyen doktor, küçük bir mimik ile güvenlik görevlisine dışarı çikmasini işaret etti. Biraz sonra kapının kapanması ile tekrar aynı soruya yönelen genç adam, sanki silah zoru ile konuşturuluyormuş gibi uyuşuk bir şekilde ağzını açarak:

- İntihar… Daha doğrusu intihara teşebbüs.

- Evet. Bu konunun detaylarını seninle daha sonra konuşacağız. Seni şimdi, yani daha bu ilk görüşmemizde “neden, niçin” gibi sorularla boğmak istemiyorum. Zaten şu anda bu odanın içerisinde bulunma sebebin, içinde bulunduğun durumun farkında olmak ve seninle bizzat ilgilenecek olan doktorun ile tanışmaktı. Burada bulunacağın süre içersinde herhangi bir derdin, sıkıntın ve sorunun olduğunda…

Genç adam, doktorun sözünü keserek:
            
- Burada ne kadar kalacağım?

- Bu sana bağlı. Ne kadar çabuk iyileşirsen, o kadar erken taburcu olursun.
               
Genç adam verilen bu cevaptan hiç hoşnut olmamıştı. Çünkü iyileşebileceğine asla inanmıyordu. Bir ara kendini, sanki bütün ömrünü burada geçirecekmiş gibi hissetti. Biraz sonra koluna giren sağlık memuru ile hastanenin uzun koridorun da ağır adımlarla ilerliyordu. Uzun boylu, top sakallı ve orta yaşlarda olan bu sağlık memuru oldukça sevecen bir adama benziyordu. O kadar çesitli sorunları olan hastalar görmüştü ki, koluna girdiği şahıs ne denli zararlı olsun yada olmasın, onun için neredeyse hiçbir şey ifade etmemekteydi. Koridor da, sol cephe boyunca ikişer metre ara ile üç oda kapısı bulunuyordu. Sağ cephesinde ise sadece bir oda vardı. Bu kapıların üzerinde içerisini netçe görebilecek şekilde büyük cam boşlukları açılmıştı. Kapıların kilit sistemi dışarıdan kilitlenecek şekilde dizayn edilmişti. Sağlık memuru bu kapılardan birini açarak genç adamı içeri aldı. Burası bir dörtlü odaydı. Odanın dört köşesinde birer yatak bulunuyordu. Zaten koridor da bulunan dört odadan üçü dörtlü oda, biri ise içersinde bir hasta yatağı, bir refakatçi yatağı, buzdolabı ve televizyon bulunan özel ve ücretli bir odaydı. Girdiği bu dörtlü odada, yatakların üzerine serilmiş temiz çarsaflardan gelen deterjan kokusu genç adamda tuhaf bir his uyandırmıştı. Oda girişinin hemen karşisında bulunan demir parmaklıklı küçük pencere, hastaların, sağlık memurlarının gözetimi altında dolaşabildikleri büyük havalandırmaya bakıyordu. Geceleri uyuyacağı ve gündüzleri vakit geçirebileceği yerler gösterildikten sonra, burada uzunca bir vakit kalmasının kaçınılmazlığını sezinleyen genç adam, kendisini oldukça karamsarlığa sevk etmişti…
 
                                                                           * * *


Az önce kendisine tanıtılma amacı ile gezdirilen yerlerden biri olan, televizyon odasına girdi. Burayı aynı zamanda, hastaların yemeklerini yiyebilecekleri bir yer olarak ta kullanıyorlardı. İçeride üç adet yemek masası ve yirmi küsur sandalye vardı. Bunun haricinde duvara monte edilmiş küçük bir televizyondan sonra, odada başka da bir şey göremedi. Bu esnada birkaç hasta içeride kahvaltı ediyorlardı. Kahvaltılıklara yaklaşan genç adam, reçel, ekmek ve çay dışında herhangi bir yiyeceğe rastlamadı. Odanın köşesine çekilerek boş sandalyelerden birine oturdu ve kahvaltı etmeye çalisan hastaları gözlemlemeye koyuldu.
          
Saçları gelişigüzel kısacık kesilmiş, üzerinde beyazlıktan eser kalmamış kirli bir tişört ve altında, paçaları nerede ise dizlerinde asılı kalmış yırtık sökük bir pijama bulunan henüz genç bir hasta, elinde ki çayi önünde bulunan reçelin içine döküyor ve hemen sonra da ekmeği bu karışımın içine batırıp çikariyor ancak bir türlü yemiyordu. Adeta oyun oynar gibiydi. Genç adam, bu hastanın akli dengesinin bozuk olduğunu anlamakta gecikmedi. Ona benzer bir diğer hasta ise, ekmeğini sadece bardağında bulunan çayin içine batırarak yiyiyordu. Bunun da diğerinden bir farkı olmadığını anlayan genç adam, sessizce odadan ayrılarak, yatakhanelerin bulunduğu koridora yöneldi. Kendisine verilen yatağın bulunduğu odaya girdiğinde, hastane hademelerinden birinin içeride temizlik yaptığını gördü. Saçları dökülmüş, bıyıkları ağzını kapatmış ve yıllardır çalismanin stresini yüzüne başarılı bir şekilde yansıtmayı ilke edinmiş bu adam, bütün ürkütücü duruşuna rağmen kapı da kendisini izleyen genç adamı görünce küçük bir tebessüm ile “Merhaba” dedi. Genç hastanın çekingen tavırları, burada henüz yeni olduğunun bir göstergesiydi. Elindeki paspası kenara bırakan görevli, hastanın yanına yaklaşarak onunla konuşmaya çalisti:
         
- İsmin ne?
        
- Cengiz.
         
- Cengiz... Geçmiş olsun Cengiz. Dün gece seni buraya getirdiklerinde oldukça bitkin görünüyordun. Umarım şimdi daha iyisindir?
        
- Sağ olun. Biraz daha iyiyim ancak çok halsiz kaldığımı söylemeliyim. Buraya biraz yatıp dinlenmek için gelmiştim.
        
- Hmm… Ama bu saatte yatamazsın. Burada hastaların gündüzleri yatış yapması yasak. Odalar her sabah saat 07:30 da boşaltılır ve akşam yat saati olan 20:30 a kadar kilitli kalır. Ama bekle, sen daha dün geldin ve çok perişan bir halde olduğunda her halinden belli oluyor. Senin için boş odalardan birini ayarlayacağım. Birkaç saat uyur, biraz kendine gelirsin.
       
- Teşekkür ederim. Buna gerçekten ihtiyacım olacak.
 
          
Bu konuşmadan sonra, her an bulunduğu yere yıkılacakmış gibi görünen genç adamın bu haline acıyan görevli, o günün nöbetçi hemşiresinin odasına giderek durumu izah etmeye çalisti. Az sonra elindeki oda anahtarlarıyla dışarıya fırlayan sinir küpü hemşire, banyonun yanında yer alan çift yataklı boş bir odanın kapısını açarak genç adama:
          
“Geç hadi geç, geç burada yat. Diğer hastalar seni görmesin, ondan sonra başima üsüsüyorlar. Sadece iki saatin var, ondan sonra uyandırılacaksın, ona göre” diyerek biraz sert çikisti. Ancak genç adam başka çaresinin olmadığını anlayarak, bu tavıra kızamadan, kendisini içeride ki yataklardan birinin üzerine bırakıverdi…
 
                                                                           * * *
 
İki saat sonra aynı hemşire odaya gelmiş ve genç hastayı uyandırmaya çalisiyordu.
          
 “Hadi kalk bakalım, ögle yemeği geldi, kalkta git yemeğini ye, çabuk!”
           
Biraz sonra televizyon odasına geçen genç adam, yemeklerini yemeğe koyulmuş hastalar ile karşilaştı. Kapının sol yanında seyyar bir tezgahın üzerinde, birkaç karavana içersindeki çesitli sulu yemekleri görünce nihayet doğru düzgün bir şeyler yiyebileceğinin farkına vardı. Yemeğini aldıktan sonra boş sandalyelerden birine oturdu ve yemeğini yemeye başladı. Ancak bu yemekler de onu hayal kırıklığına uğrattı. Hiçbir şeyin içine tuz atılmamıştı ve tatlarında, görüntülerinde ki güzellikten eser bile yoktu. Zar zor biraz atıştırabildi. Karşisında oturan orta yaşları çoktan geride bırakmış temiz ve sevimli yüzlü bir kadının, bakışlarını kendisine yönelttiğini fark ederek biraz huzursuz oldu. Bu kadın; hemen yanı başinda oturan, orta yaşlara hemen hemen yaklaşmış genç erkek kardeşinin refakatçisi olarak burada bulunuyordu. İki kardeş koridorun solundaki özel odada kalıyorlardı. O odada kalanlar, arzu ederlerse yanlarına bir refakatçi alabiliyorlardı.
           
Kadın, genç adamın yüzüne gülümseyerek konuşmaya başladı:
        
- Yemekleri beğenmedin, öyle değil mi?
          
Bu sırada kardeşi lafa karıştı:
        
- Kim beğenir ki? Bu yemekleri beğendiğini iddia eden adamın aklından şüpheye düşerim ben. Ki bu durum da, böyle bir yerde normal karşilanır.
          
Kadın tekrar devam etti:
       
- Ben Müjgân. Bu da kardeşim Kemal. Ben, bizim bu serserinin refakatçisi olarak burada bulunuyorum. Sadece refakatçiyim. Yani benim bir hasta olduğumu falan düşünme.
         
Genç adam, her ne kadar konuşmaya isteksiz olsa da, kendisine gösterilen bu samimi ilgiyi karşilıksız bırakmak istemedi.
       
- Benim ismim Cengiz. Dün gece geldim. Şey… Eee… Size de geçmiş olsun.
          
Cengiz’in bu utangaç ve sıkılgan tavırlarını çok iyi anlayabilen Kemal, tatlı bir tebessüm de bulundu.
      
- Çekinmene gerek yok. Burası kafa dinleyebilmek için çok çok uygun bir yer. Bol bol dinlenmeye vaktin olacaktır. Dostluk kurabileceğin insan sayısı azdır burada. Çünkü on iki hastadan ancak üç dört kişi sağlam bir kafaya sahiptir… Buraya geliş sebebin ne?
       
- İntihara teşebbüs.
      
- Hmm… Demek seninle iyi anlaşacağız. Bende aynı sebep ile buradayım.
         
Bu sırada ablasının kendisine “Bravo! Büyük bir iş başardın” der gibi bir bakış fırlattığını gören Kemal, sözlerini yarı da kesme gereksinimi duydu.
       
Yemekten sonra, nöbetçi hemşire hastalara seslenerek, sigara içmek isteyenlerin odasına gelmesini istedi. Burada sigara kullanan hastalara, daha önceden yakınlarının bıraktıkları sigara paketlerinden her gün iki saat ara ile birer sigara, hemşire gözetiminde dağıtılırdı. Bu saatlerin haricinde sigara içmek kesinlikle yasaktı. Yine de sigara içmek isteyen hastalar, bulundukları koğuşun ana bahçeyi gören penceresinden, dışarıdaki vatandaşları pencerenin kenarına çagirir ve onlardan yalvar yakar sigara dilenirlerdi.
       
Cengiz’de diğer hastalarla birlikte, hemşire odasının kapına gitti. Herkesin sigarası dağıtıldıktan sonra, ona sıra geldiğinde “Sana sigara bırakılmamış” yanıtı ile karşilaştı. Eli boş geriye dönen genç adam kapının önünde, biraz önce tanıştığı iki kardeş ile karşilaştı. Durumun farkına varan Müjgân hanım “Gel bizim odaya gidelim, bizim çok sağlam sigara zulamız vardır” dedi. Birlikte özel odaya geçtiler. Aslında bu odaya, oda sahibi hastanın dışında başka hastaların girmesi yasaktı, ancak hemşirenin kör noktada olduğu bir zamanda Cengiz’i odaya almışlardı. İçeride mini bir buzdolabı ve onun üzerinde küçük bir televizyon vardı. Bunlar genç adamın hoşuna gitmişti. Çünkü kendi kaldığı odada, hiçbir şey olmadığı gibi, birde üç tane daha oda arkadaşi vardı. Küçük bir komodinin çekmesini açan hasta arkadaşi, bu çekmecenin içinden kapalı bir paket sigara çikardi. O bu paketi açmaya çalisirken genç adam, bu hasta arkadaşinın ablasına dönerek sordu:
     
- Sizin sigara kullanmanız serbest mi?
     
- Benim serbest. Sonuçta ben burada bir hasta olarak bulunmuyorum. Kardeşime yasak. Ancak burada benimle istediği gibi içebiliyor. Ha kaldı ki, personel de bunun farkında ama, neye yarar.
      
- Anlıyorum... Bu oda oldukça güzelmiş. Rahattır en azından. Anlayamadığım nokta şu: Siz neden diğer hastalardan ayrı tutuluyorsunuz?
     
- Hayır, böyle bir şey yok. Burası özel oda. Biz burayı kendi isteğimizle tuttuk. Yani kardeşimle beraber kalabilmek için.
    
- Tuttuk derken? Yani buraya bir bedel mi ödüyorsunuz?
    
- Evet. Bu odanın bir gecesi için 40 tl para ödüyoruz. Yaklaşik iki haftadır buradayız, bizim oğlanın deliliği yüzünden.
    
- Delilikten kasıt? Nedir burada bulunuşunuzun sebebi?
      
Sigaralarını yaktıktan sonra derin bir sohbete dalan bu üçlü, akşam yemeğine kadar odadan çikmadilar. Yemek geldiğinde ise, her zaman ki tiksinti ile yemeklerini yediler. Günün bu son ögünü sonrasında hastalara, yaklaşik bir buçuk saat televizyon izleme izini verdiler. Daha sonra nöbetçi hemşire ilaçlarını vermek için hastaları yine hemşire odasına çagirdi. Cengiz ile beraber on iki kişi kapının önünde sıralanmıştı bile. Sağlık memuru elindeki listeden hastaların isimlerini okuyor, ismi okunan hasta sanki uzaktan kumanda ile yönetilen bir robot edası ile hemşirenin yanına gidip ilacını yutuyordu. Bu işlemin hemen ardından hemşire, hastanın ağzının içine bakıyor, ilacı dilinin altına saklayıp yutmamazlık yapıp yapmadığını kontrol ediyor, eğer hastanın ilacını yuttuğundan emin olursa, onu odasına gönderiyordu. Sıra Cengiz’e geldiğinde, listeden adını kontrol edip: “Sen daha dün gece gelmişsin, senin ilacın yok, yarın ki tedaviden sonra ilaç yazarlar büyük ihtimal, hadi git yat sen” denildi.
 
                                                                              * * *
 
      
Yatağına uzandığından, aynı odayı paylaştığı diğer üç hastadan ikisinin uykuya dalmış olduğunu gördü. Biri ise yatağında oturmuş, eline aldığı bir parça kağıda bir şeyler karalıyordu. Genç adamın kendisini süzdüğünü gören hasta, hırsla yatağından kalkıp genç adamın yanına geldi. Elinde tuttuğu kağıdı göstererek:
      
“Şunu dinle dostum bakalım nasıl olmuş?” dedi ve kağıda karaladıklarını okumaya başladı:

“Anlatamadıklarımı anlattım bugün
Beni anlamayan duvarlara
Söyleyemediklerimi yazdım bugün
Parlak yüzeyli kağıtlara
Ellerimin her irkilişinde
Geri sardı yazılan satırlar
Ve sesimin her titreyişinde
Süzüldü kanla karışık yaşlar
Zihnimde canlananlar
Birkaç kırık dökük anı
Onlar da zaten geçmişin
Küflenmiş armağanı
Düşünceyi kağıda karalamak
Çıkmayan sesimle
Attığım sessiz çigliklarin
Bir yansımasıydı belki
Ancak bunları dile vurmak
İmkansızın da ötesi sanki
Dudaklarımdan dökülmeye cesaret edemeyen her hece
Ağladı sessizce içimde bu gece
Boşluğa atılan hıçkırıkların
Anlamı da yok oldu böylece”


            
- Nasıl? Nasıl? Nasıl? Ha, nasıl olmuş, güzel değil mi? Cevap versene ha?
             
“Zavallı adam” diye düşündü Cengiz. “Gerçekten kafayı sıyırmış olmalı”
             
- Güzelmiş… Nesin sen? Şair falan mı?
            
- Beğendin değil mi? Evet beğendin. Gözlerinden belli beğendiğin. Hayran kaldın buna değil mi? Hadi itiraf et bayıldın buna…
              
Bu esnada sağlık memuru kapıları kilitlemek için odaları geziyordu. Bu odanın kapısını kilitleyecekken, halâ uyumamış olan şair bozuntusunu gördü.
              
“Hey, saygıdeğer şair bey, rica etsem yatağınıza geçip, bir zahmet uyuyabilir misiniz acaba?” diye alaylı bir dille kendisini uyardı. Bu uyarıyı gayet nazik bir şekilde dikkate alan bu güzide hasta, derhâl yatağına geçip başinı yastığın altına soktu. Daha sonra, sağlık memurunun anahtarı, kapının üzerindeki eski kilitte, sertçe döndü ve odanın ışıkları dışarıdan kapatıldı.
               
Derin bir sessizlik çöktü bu zifiri karanlık odaya. Pencereden içeri vuran ay ışığı, yalnızca düştüğü yeri aydınlatmaya yetiyordu. Birbiri ardına sıralanan düşüncelerin ardı arkası kesilmek bilmedi o gece. Saatin kaç olduğundan habersiz olan genç adam, oda kapısının yumruklanma sesi ile irkili verdi. O anda odanın, ışıkları ile kapısı aynı anda açıldı. Kapının yanında, genç adamın çaprazinda ki yatakta kalan hasta duruyordu. Kapıyı o yumruklamıştı. Kapıyı açan nöbetçi sağlık memuru, ona ne istediğini sorduğunda sadece tuvalete gitmek istediğini söyledi. Odalar dışarıdan kilitlendiği için, gece herhangi bir ihtiyacı olan hasta, diğer hastaları uykularında rahatsız etmek pahasına kapıyı yumrukluyor ve gelen sağlık memuruna ihtiyaçlarını bildiriyordu.
              
Bütün bu gördüklerinden sonra “Tanrım, nasıl bir oyunun içindeyim ben?” diye geçirdi aklından. Yorganını kafasına kadar çekip, zorlama bir uykuya daldı.
 
                                                                                * * *


              
Sabah saat 07:30'da genç adamın başina dikilen sağlık memuru; “Dostum kalk hadi, elini yüzünü yıka; sonra hemşire odasına gel. Kahvaltı etme sakın, kan vereceksin çünkü. Biz sana kahvaltı ayırtırız.” dedi ve çikip gitti. Bulunduğu duruma alışmış, sanki yıllardan beri burada yaşiyormuş gibi bir his geldi içine. Elini yüzünü yıkadıktan sonra, hemşire odasına gitti. Sol kolundan üç tüp kan aldılar. Bu işlemden sonra yorgun bedeni bir o kadar daha halsizleşmişti sanki. Ayağa kalktığında başi dönmeye başladı. Aynı zamanda midesinin de bulandığını hissetti. Ağır ve dengeli adımlarla televizyon odasına geçti. Kahvaltılarını ettikten sonra dört bir köşeye dağılmış hastaların kendi hallerinde pineklediğini gördü. Seyyar tezgaha yöneldiğinde yiyecek bir şeyler namına hiçbir şey bulamadı. Tezgahı toparlamaya çalisan kadın görevlinin yanına yaklaşip “Bana kahvaltı ayırtılacaktı?” diyebildi. Kadın ters bir bakış fırlatarak “Kimse bana öyle bir şey söylemedi. Bu sebeple kahvaltı falan ayırmadık” dedi ve çekip gitti. Bu cevabın üzerine aç kalması kaçınılmaz olan genç adam, karşilaştığı duruma sinirlenmek istese de, bu gücü kendisinde bulamadı.
              
Vakit ögleye yaklaşirken, Psikiyatri asistanı Nurhayat hanım kapıda belirdi. Cengiz’i çagirarak “Gel bakalım, bir görüşelim seninle” dedi. Birkaç dakika sonra, muayenehaneye geçmişlerdi bile. Doktor hanım her zamanki gibi masasında açık olan birkaç evrakı inceledikten sonra, kahvesinden bir yudum aldı ve konuşmaya başladı:
            
- Evet Cengiz, bugün nasılsın bakalım?
           
- Dünden daha kötü, yarından daha iyiyim.
           
- Hmm… İyi olman konusunda inatlaşacağız yani seninle?
           
- Sanırım…
           
- Neden intihar etmek istedin?
             
Kısa bir süre düşünen genç adam, yavaş yavaş, tane tane ve gayet kararlı bir ses tonu ile anlatmaya başladı:
           
- Hani bazı insanlar derler ya “içimdeki yaşama sevincini kaybettim” diye, evet, işte o kaybedecek yaşama sevinci bende hiçbir zaman olmadı. Çevremdeki insanlara baktığımda, hep mutlu olduklarını gördüm, hep güldüklerini, sevindiklerini, coştuklarını kısacası dolu dolu yaşadıklarını gördüm ve hep onları anlamaya çalistim, “bunu nasıl başarıyorlar?” diye. Ancak sonra şunu fark ettim; insanları anlayabilmek için, insanın ilk önce kendisini anlaması gerekir ki, asıl anlayışsızlıkta bu noktadadır. Ben daha kendimi bile anlayamazken, o insanları nasıl açıklığa kavuşturacaktım zihnimde? Nasıl anlam yükleyecektim bu yaşayış tarzlarına, nasıl kendime pay çikartacaktim bu hayat derslerinden? Bu bende yeni filizlenen bir duygu değil. Çocuklugumdan beri ben böyleyim. Yaşitlarım mahalle arasında top koştururken, ben hep ne zaman normal bir insan olabileceğimi düşünürdüm, pencere kenarında onları izlerken. Güç bela kurduğum dostluklarda, hep aynı hayalleri tanıdım insanların geleceklerinde. İyi bir tahsil sahibi olmak, iyi bir iş ile uğraşmak, evlenmek, çoluk çocuga karışmak… Hep birbirini taklit eden, basmakalıp hayaller. Hayır, ben bu hayallerin bir parçası olmak istemedim.
          
- Neden? İyi bir geleceğe sahip olmanın ne zararı var?
          
- Zararı yok, ancak yararı da yok. İyi bir işim olacak, tamam, peki neden? Tabii ki iyi bir maddi gelir elde etmek için. Peki iyi bir maddi gelir bana ne yarar sağlayacak? İhtişamlı köşkler, otomobiller vs. peki bunlar benim hayatımda olmasa ne olur? Hiçbir şey.
           
- Olaya şu açıdan bakmak lazım. Mesela, insan bir otomobili beğenir, gerekirse yıllarca çalisir, birikim yapar ve sonunda o çok arzuladığı otomobiline kavuşur. Bu bile bir yaşama sevincidir yani. Peki senin bugüne kadar hiç böyle bir hayalin olmadı mı, yani ulaşmak, elde etmek istediğin bir şeyler?
          
- Tamam. Sizin verdiğiniz örnekten yola çikarak, öyle varsayalım ki almak istediğim bir otomobil var. Yıllarca çalistim, birikim yaptım ve o otomobili aldım. Eee sonra? Ne oldu peki aldım da? Ha diyelim ki aldım ve ertesi gün kaza yaptım ve öldüm. Peki ne önemi kaldı bunca yıl harcanan emeğin?
          
- Ama sen çok karamsar bakıyorsun hayata. Yani bu hayatta seni heyecanlandıracak, mutlu edecek hiç mi bir şey yok?
          
- Yok !..
           
- …
 
          
Doktor, genç hastası ile bir saate yakın konuştu. Sorunlarının temelinde yatan gerçekleri çözümlemeye çalisti. Diğer yandan da şahsi dosyasına birkaç adet ilaç yazdı. Görüşme bittikten sonra, hastasını içeri yollayan doktor, derin bir nefes alarak geriye yaslandı ve genç hastanın durumunun umutsuzluğunu düşünmeye başladı…
 
 
                                                                                * * *


          
Aynı gün ögle yemeği yenildikten sonra, hastanenin berberi geldi. Hastaların sakal tıraşi, sadece berber tarafından yapılıyordu. Çünkü burada, akli dengesi bozuk hastalar çogunlukta olduğu için, bu gibi hastaların taşidığı riskten ötürü koğuşta tıraş bıçağı bulundurulması yasaktı. Hastane tarafından görevlendirilmiş berber haftanın belirli günlerinde gelir ve ustalığının verdiği el çabuklugu ile on dakika kadar kısa bir süre içersinde bütün hastaları tıraş eder ve diğer koğuşlara giderdi. Bugün de yine aynı el çabuklugu ile bütün hastaları elden geçirdi. Sanki bir acelesi varmış gibi apar topar malzemelerini toplayıp diğer koğuşun yolunu tuttu. Berberin hemen ardından, koğuşun mutfağı ile ilgilenen, hafif yaşlı, tonton ve sevimli bir bayan personel içeriye girip, elindeki, plastik çay fincanları ile dolu tepsiyi masanın üzerine bıraktı. Ögleden sonraları ve akşam üstüne yakın saatlerde olmak üzere günde iki kez, hastalara çay servisi yapılırdı. Servis yapılan çaylar, her ne kadar yemeklerden farklı olmasa da, yine de hastaların hücumuna uğruyordu.
            
Personelin, çaylari masanın üzerine bıraktıktan sonra dışarı çikmak için yöneldiği çelik kapı, Cengiz’in dikkatini çekmisti. Çünkü ilk kez bu kapının farkına varıyordu. Kapının nereye açıldığını görebilmek için, çayci kadının peşinden gitti. Kadın elinde tuttuğu anahtarlar ile kapıyı açtığında, genç adam, diğer tarafında, bu taraf gibi bir koğuş olduğunun farkına vardı. Ancak orada kalan hastalar, bayan hastalardı. Dolayısı ile bu kapı, kızlar ve erkekler bölümünü ayıran bir ara kapıydı. Demek ki dışarı açılan ana kapı kızların olduğu taraftaydı. Buraya getirilirken şuuru kapalı olduğu için, içinde bulunduğu dakikaya kadar bunun farkına varamamıştı.
          
Birkaç dakika sonra, televizyon odasına geri döndü. Burada Müjgân hanım ile karşilaştı. Selamlaştıktan sonra, onun bulunduğu masaya oturmak için bir sandalye çekti.
          
- Kardeşiniz uyuyor mu?
          
- Evet. Halâ uyanmadı.
          
- Ne kadar güzel. İstediği zaman yatıp uyuyabiliyor. Keşke benim de böyle bir imkanım olsaydı. İnanın ki, bütün gün o odadan dışarı çikmazdim.
         
- Kim bilir, belki de biz gittikten sonra, özel odaya sen geçersin?
 
           
O esnada pencerenin kenarında duran bir hasta, elleri ile kulaklarını kapatmış ve hüngür hüngür ağlayarak “Ne olur rahat bırakın beni, gidin buradan, sizi duymak, dinlemek istemiyorum” gibi sözlerle feryadı koparmıştı. Bu durum karşisında telâşa kapılan Müjgân hanım, koşarak hemşireye haber verdi. Hemen olay yerine gelen hemşire ve sağlık memuru hastayı sakinleştirdikten sonra, kollarına girerek hemşire odasına götürdüler.
           
Ortalık sakinleştikten sonra, Cengiz, tekrar aynı masaya dönen Müjgân hanıma, bu hastanın rahatsızlığının ne olduğunu sordu.
             
Müjgân hanım:
             
- Bu çocuk birkaç sene öncesine kadar, oldukça keyfine düşkün, deli dolu bir hayat sahibiymiş. Her gece içki içer, evine kör kütük sarhoş bir vaziyette gelirmiş. Bir gün yine eve sarhoş döndüğü bir gece, annesi ile tartışmış ve tartışma büyüyünce alkolün verdiği o dengesizlik ile annesine bir tokat vuruvermiş. Ve o gün bugündür, sürekli kendi kendisine sesler duyduğunu ve bu yaptığından ötürü, kulağına gelen seslerin onu suçladığını, aşağıladığını söyleye söyleye, sonunda akli dengesini kaybetmiş. Birkaç senedir burada kalıyormuş. Ve hiçte iyileşip, taburcu olabilecek gibi durmuyor.
            
- Peki ya annesi?
            
- Annesi oğlunun bu durumuna çok üzülüyor. Her hafta ziyaretine geliyor. Ama oğlunun bu durumunu görünce için için kahroluyor…
             
- …
            
- Peki sen? Senin hikayen nedir?
            
- Şey…Geçen gün sigara içmek için, odanıza geldiğimde anlattığım gibi.
              
Kadın, genç adamın gözlerinin içine bakarak gülümsedi.
            
- Doktoruna da aynı şeylerimi anlattın?
            
- Evet.
            
- İnandı mı peki?
            
- Elbette. Ne demek bu? Neyi kastediyorsunuz?
           
- Hadiii, yapma! Bu sebeplerden ötürü kimse intihara kalkışmaz. Bana doğruları anlat. Sadece doğruları.
            
- …
            
- Merak etme, sır saklamasını iyi bilirim. Bu konu da bana güvenebilirsin.
 
              
Genç adam, kadının haklı olmasından ötürü utanarak:
            
- Doğruları söylemediğimi nasıl anladınız?
            
- Eğer her şey anlattığın gibi gelişse idi, bugün burada benimle değil, seni ziyarete gelen ailen ile oturuyor olurdun. Hiç ziyaretçinin geldiğini görmedim. Böylesine karamsarlık içinde, canına kıymaya kalkan bir evladı, hiçbir aile yalnız bırakamaz. Oysa şu zamana dek tek bir arayıp soranın olmadı. Seni buraya babanın getirdiğini biliyorum.
            
- Evet. Babam getirmiş.
            
- Babandan başka kimsen yok mu?
            
- Hayır yok.
            
- Peki ya annen? Ona ne oldu?
            
- Öldü… Onu kaybettiğim de henüz üç aylık askerdim.
            
- Çok üzgünüm. Amacım seni üzmek değildi...
            
- Rica ederim, beni üzmediniz.
            
Uzun bir süre içeri sessiz bir hava hakim oldu. Genç adamın gözleri çok derinlere dalmıştı. Bu sessizlik, bir süre daha bozulmadan havaya olan hakimiyetini devam ettirdi, sonra genç adam, derin bir iç çekerek söze başladı:
           
- Henüz üç aylık bir askerdim. Acemi eğitimimin sonlarına yaklaşmıştım. Acı haberi orada aldım. Annemi kaybettiğim haberini işte orada aldım. Almamam gereken bir yerde. Ve daha bunun acısını değil atlatmak, henüz yaşayamamış iken, üç gün sonra da, dört yıldır birlikte olduğum kız arkadaşimın intihar haberini aldım. Ardında ne bir iz bırakmıştı, ne de ufak tefekte olsa bir not. Hangisine üzülmem gerektiğinin bile ayrışımına varamamıştım ve her ne denli ağlamak istesem de, bütün acı dolu göz yaşlarım, gözlerimde hapsolmuştu. Hemen akabinde yedi gün dağıtım iznine çiktim. İlk önce annemin cenazesine katıldım, ertesi günde kız arkadaşimın. Vatani görevimi yerine getirmek üzere, evimden, doğup büyüdüğüm şehirden ayrılırken, bana sarılan, ağlayan ve bir gün tekrar kavuşmak ümidi ile beni oradan uğurlayan iki insanı, ard arda toprağa vermiştim. Daha sonra usta birliğime geçtim, ancak bu sefer de psikolojik rahatsızlıklarım peşimi bırakmaz olmuştu. Sinir, stres, üzüntü vs. derken, hiç bilmediğim bir şehirde, hiç bilmediğim bir askeri hastanenin hücre odasında onaltı gün kapalı tedavi gördüm. Bu da yetmezmiş gibi, terhis olmama dört ay kala, sağ ayak bileğime isabet eden 9 mm. mermi ile, bu kez de fiziksel bir zedelenmeye mahkum kalmıştım…
        
- Aman Tanrım !
        
- Dahası var… Askerlik dönüşü, yaptığım birtakım araştırmalar, kız arkadaşımın intiharına sebep olan şeyin, en yakın arkadaşimın tecavüzü olduğunu tespit ettim. Ve o andan itibaren, intikam arzusu ile yanıp tutuşmaya başladım. Ruhen çöküntüye uğradığım bir gece, biraz kafa dağıtabilmek amaçlı gittiğim bir barda, tesadüf eseri, işte o arkadaşima rastladım. Alkolün vermiş olduğu etki ile yanımda oturan arkadaşimın belindeki silaha sarılarak, o serserinin bulunduğu yöne ateş açtım. Ancak, sarhoş olduğum için, istediğim hedefi tutturamamış ve o, elimden kaçmayı başarmıştı. Birkaç gün sonra, arkadaşimın evinde kahvaltıya davet edilmiştim. Kahvaltı masasında günlük gazetelerden bir kaçı yer alıyordu. Şöyle bir göz gezdirmek için elime aldığım gazete de görmüş olduğum bir haber, beni derin bir şoka sokmaya yetti de arttı bile. İşte o haberde, bahsettiğim o aşağılık serserinin, bir otel odasında “altın vuruş” yaparak öldügü, daha doğrusu geberdiği haberini okudum…